Okumalar

Şişmanlık Halen Feminist Bir Mesele Mi?

Popüler kültür, psikanalist Susie Orbach’ı Prenses Diana’nın terapisti olarak adlandırmayı seviyor. Aslında bundan çok daha fazlası var. Orbach, feminizmden aldığı güçle yetmişli yıllardan bu yana bedene, güzellik kültürüne ve kadın olmaya dair öngörülü çıkarımlarıyla ufkumuzu genişleten bir isim. Günümüzde bedenimizi nasıl algıladığımızı ondan dinliyoruz.

13 Mayıs 2024

Aynadan yansıyan görüntünüzle kavgaya tutuştuğunuz oldu mu hiç? Ya da yediklerinizi ve bedeninizi denetlediğiniz? Kusursuzluğun yüceltildiği bir dünyada bu sorulara “Evet,” cevabı verenlerin çoğunlukta olacağını hepimiz tahmin edebiliriz. Susie Orbach böyle meselelerin köküne inerek, beden ve dış görünüşle ilgili bireysel gibi görünen konuların toplumsal nedenlerini ortaya çıkarmaya kendini adamış bir psikanalist. Doksanlı yıllarda Prenses Diana’yı tedavi ettiği için İngiltere’nin en ünlü psikanalisti olarak da anılıyor. (The Crown’ı dikkatlice izleyenler, dizide onu canlandıran bir karakter olduğunu fark edebilir.)

Batı’da ikinci dalga feminizmin yükseldiği yetmişlerde feminist bilinç kazanan Orbach, 1976’da arkadaşı Luise Eichenbaum’la birlikte Londra’da Women’s Therapy Center’ı (Kadınların Terapi Merkezi) kurdu. Burada, toplumsal cinsiyet rollerini dikkate alarak kadınlara bireysel terapi ve grup terapisi verdi. İki yıl sonra devrim niteliğindeki kitabı Fat Is A Feminist Issue (Şişmanlık Feminist Bir Meseledir) yayımlandığında kadın bedeni konusundaki ezberleri alt üst etti. Kadınlara, yemekle ve beden imgeleriyle çatışmalı ilişkilerinin gerisinde yatanı gösterdi Orbach. Kadını toplumsal ve kültürel normlarla sıkıştıran bir dünyada onun kendisinden ve bedeninden memnuniyet duyması nasıl mümkün olabilirdi ki? Orbach, o yıllardan bugüne yeme bozukluklarından güzellik ideallerine bedene dair her türlü meseleyi feminist bir bakış açısıyla sorgulamayı sürdürüyor. Günümüzde beden ve güzelliğe bakış konusunda anlattıkları da en az geçmişteki tespitleri kadar düşündürücü.

Onunla Zoom’da buluştuğumuzda bedene dair güncel konularla ilgili biraz karamsar olduğu dikkatimi çekti. Yıllardır mücadele ettiği halde insanları bedenleriyle barıştırmanın gün geçtikçe daha da güçleştiğini görmenin yarattığı bir durumdu bu belki de. Yılgın değildi ama. Şimdi sözü Orbach’a bırakıyorum.

 

Neredeyse 80 yaşına yaklaşmış olan Susie Orbach, “Benden ellilerindeymişim gibi görünmem bekleniyor. Bu da beni deli ediyor,” diyor.

 

Yetmişlerde psikanalize feminist bir bakış açısı kazandırarak çığır açan kitabınız Fat Is A Feminist Issue (Şişmanlık Feminist Bir Meseledir) ile beden politikalarını gündeme taşıdınız. Kitabın önsözünde, dönemin bilinç yükseltme gruplarının ve bu gruplarda kadınlarla “beden, çekici olmak, yiyecek, yemek yemek, zayıflık, şişmanlık ve giysiler” gibi konular üzerine konuşmanın sizi ciddi anlamda değiştirdiğinden söz ettiniz. Feministlerin yıllarca beden algısı sorunlarıyla ilgili verdikleri mücadelenin sonucunda ne tür kazanımlar elde edildi?

Kazanım olup olmadığından emin değilim. Çünkü çok yoğun bir geri tepme söz konusu. Bugün dişçideyken, dişlerinin tamamını yaptıran yirmili yaşlarındaki gençlerden bahsetti doktorum. Üstelik bu işlemler diş etleri için çok zararlı. Fat Is A Feminist Issue’yu (Şişmanlık Feminist Bir Meseledir) yazdığımdan beri bedenin her bir parçası ticarileştirildi. Kimileri (özellikle politik bilinci olanlar) ilerleme kaydetmiş olsa da kadınlar ve kız çocuklarının yanı sıra erkekler ve erkek çocukları da dahil neredeyse herkes korkunç zorluklarla karşı karşıya. Hepimiz durmadan hedefteyiz. Keşke daha iyimser bir tablo çizebilseydim ama durum bu maalesef.

İster kozmetik, gıda ve sözde ilaç endüstrileri; ister sağlıklı yiyecekler, diyet ürünleri ve moda olsun bugün hemen hemen her alan sizi dış görünüşünüzü düzeltmeye teşvik ediyor. Toplumun uygun kabul ettiği şeye uyma konusunda bir baskı var.

 

Susie Orbach’ın 1978’de yayımlanan devrim niteliğindeki kitabı Fat Is A Feminist Issue (Şişmanlık Feminist Bir Meseledir) kadınlara yemekle ve bedenleriyle kurdukları ilişkiyi düzeltmenin yollarını gösteriyor.

 

2004’te Dove’un kadınlar, güzellik ve iyi olma haliyle ilgili küresel araştırması Güzellik Hakkında Asıl Gerçek’e danışmanlık yaptınız. Araştırma raporunda kadınların “çeşitlilikle dolu bir güzellik anlayışı” arzu ettiklerini vurguladınız. Yıllar içinde güzellik kültürünün olumlu yönde değiştiğini düşünüyor musunuz?

Bence az da olsa bir değişim söz konusu. Sokaklarda genç kızlara ve kadınlara baktığımda onların süslendiklerini ve özgüvenle hareket ettiklerini gözlemliyorum. İç dünyalarında neler olup bittiğini bilemem tabii. Ama hafif bir değişim varmış gibi geliyor bana.

Mesela reklamlarda daha fazla çeşitlilik görüyoruz.

Evet, artık yaşlı kadınlara ve fiziksel farklılıkları olan bireylere biraz daha sık rastlıyoruz. Ancak, filmlerdeki kadın temsiline baktığımızda, yardımcı rollerde olmadığı sürece genelde kadınların daha zayıf olma konusunda baskı altında olduğunu görebiliriz. Düşünsenize neredeyse anoreksik kişiler bile bana gelip beslenmeyle ilgili sorunlarını nasıl çözeceklerini soruyorlar.

Güzellik ideallerinin dar kalıpları kadınların üzerinde baskı oluşturuyor. Beden olumlama hareketi bu kalıpların genişlemesinde etkili oldu mu?

Ne yazık ki yeterince etkili olduğunu düşünmüyorum. Keşke daha etkili olabilse. Kayda değer bir değişim yaratmak için gereken boyutta değil. Beden olumlamanın dayanışma, yoldaşlık ve güçlü bir politik hareketin etrafında gelişmesi önemli.

Bedenle ilgili takıntılı olmadan bedenlerimizle barışık olmanın bir yolu var mı?

Karnımız acıktığında yemek yemeli, doyduğumuzda da yemeyi kesmeliyiz. İşlenmiş gıdalardansa gerçek besinleri tercih etmek önemli. Ayrıca bedenimizin görevini de unutmamak gerektiğini düşünüyorum. Bedenlerimiz hareket etmeye, yaratmaya, sevişmeye ve gülmeye yarıyor. Biz durağan objeler değiliz; canlı varlıklarız. Zayıflığı övmek yerine, canlılık, merak ve bunun gibi içsel nitelikleri takdir etmeliyiz.

Son kitabınız Bodies’de (Bedenler) beden istikrarsızlığı çağında olduğumuzu söylüyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?

Şöyle ki, geleneksel olarak çocuk yetiştirmede başlıca sorumluluğu üstlenen ezelden beri hep anneler olmuştur. Babaların da etkisi var elbette. Annelerin bedenleri güzellik standartlarını dayatan endüstriler, patriyarka ve şiddetin her türlüsü yüzünden sürekli olarak saldırılara maruz kalıyor. Üstüne üstlük kadınlar doğum yaptıklarında çabucak doğumdan önceki vücut ölçülerine dönme baskısı hissediyorlar. Bu da ebeveynlik yolculuklarında bedenlerinde kaygı ve gerilim duygusu yaratıyor. O yüzden bu konudaki korkularını çocuklarına yansıtabiliyorlar. Bakım vermenin yüzyıllardır süregelen geleneksel ritmi, doğal bağlanma ve öğrenmenin yerine ebeveynliğin her yönünü dikte eden internet siteleri ve gruplarının bilgi bombardımanından ötürü sekteye uğradı. Eğer bir anne sezeryan doğumla aynı anda karın germe ameliyatı olmuş ve bedenini yuvası kabul etmektense onu bir meta gibi görmeye başlamışsa beden algısıyla ilgili bu kaygısını çocuğuna iletebilir.

Anneler genellikle çelişkili bilgilerle boğulup ne yapacaklarını bilemez hale geliyorlar.

Kesinlikle. Doğumdan sonra kendini toparlama, spora başlama, her şeyi eksiksiz yapma konusunda öyle yoğun bir baskı var ki kadınlar bebeklerine bağlanma fırsatını bile bulamıyorlar.

Bedenden nefret etme duygusunu Batı’nın gizli ihraçlarından biri olarak adlandırıyorsunuz. Bu nefretten nasıl kurtulabilir ve bedenlerimizin yeterince iyi olduğu fikrini nasıl kabul edebiliriz?

Bu postkolonyal bir durum gibi değil mi? Pamuk tarlalarını sömürmek ve insanları köleleştirmek yerine artık başka bedenleri sömürüyoruz. Batılı bedenler farklı kültürleri etkilemekle kalmıyor, bu kültürlere moderniteyi vadeden kapitalizm formlarını da aşılıyor. Modern dünyanın bir parçası olma anlayışı Batı’nın ideallerine sıkı sıkıya bağlı. Öte yandan, artık Kore ve Afrika gibi birbirinden farklı modern dünyalar söz konusu. Bu toplumların da kendilerine has karşılıkları var. Ama bunu, Batı’nın pompaladığı imgeye bir karşılık olarak üretiyorlar.

Bu beden nefretini nasıl aşabiliriz?

Bireysel eylemin yeterli olduğunu düşünmüyorum. Kolektif çaba gerekiyor.

 

Susie Orbach’ın Luise Eichenbaum’la birlikte kaleme aldığı, 1982’de yayımlanan Outside In Inside Out, Women’s Psychology: A Feminist Psychoanalytic Approach (Dıştan İçe, İçten Dışa, Kadınların Psikolojisi: Feminist Bir Psikanalitik Yaklaşım), psikolojinin erkek egemen bakış açısının karşısına feminist psikoterapiyi koyuyor. Yazarların 1976’da Londra’da kurdukları Women’s Theraphy Center’da (Kadınların Terapi Merkezi) edindikleri deneyimler kitabın belkemiğini oluşturuyor.

 

Sosyal medya beden algısı konusundaki kaygıyı nasıl etkiliyor sizce?

İnsanlar sürekli olarak kameranın karşısında performans sergiliyorlar. Hatta buna çok küçük yaşlarda başlıyorlar. Torunlarım daha üç yaşındayken kameranın karşısında poz vermeyi öğrenmişlerdi.

Dövmeden estetik operasyona çeşitli beden modifikasyon uygulamaları genelde güçlenme ve bireysel seçimle ilişkilendiriliyor. Bu konuyu bireyi suçlamadan, tercihlerin ardında yatan kültürel, ekonomik ve sosyal sebepleri sorgulayarak tartışmanın bir yolu var mı?

Şöyle diyebilirsiniz: “Belirli güzellik standartlarına uymakla ilgili neden böylesine baskı olduğunu ve insanların bu uygulamalara neden bunca para harcamak zorunda kaldığını anlamaya çalışıyorum.” Bireyleri suçlamamız gerekmiyor. Sonuçta hepimiz toplumsal baskıların farkındayız. Ancak, kapitalizmin etkisini ve yerleşmiş beden nefretini tartışmamız önemli. Beden memnuniyetsizliğine yol açan toplumsal yapıları eleştirmemiz gerek.

Makyaj yapmak gibi güzellik kültürüne dair şeylerden zevk de alabiliriz. Zevk almakla güzellik kültürüne kendini kaptırmak arasındaki dengeyi nasıl sağlayabiliriz?

Herkes kendi yöntemini bulmalı. Şimdi bu tür şeyleri sıkıcı bulsam da gençliğimde cilt bakımı yaptırmak hoşuma gidiyordu.

Yaşlanmak size nasıl hissettiriyor?

Neredeyse seksenime geldiğim halde elli yaşındaymış gibi görünmem bekleniyor benden. Bu da beni deli ediyor. Oysa kitap okumak ve bahçeyle uğraşmak gibi daha başka anlamlı aktiviteler var. Dış görünüşünüzün bazı yönlerine takılabilirsiniz ama hayat sadece bundan ibaret değil.

Son yıllarda ünlüler mental sağlık ve beden algısı sorunlarıyla ilgili gitgide daha çok konuşur oldular. Mental sağlık tabu olmaktan çıktı. Bu konuda özellikle sosyal medyada her türlü bilgiye erişebiliyoruz. Farkındalık artıyor artmasına ama mental sağlık sorunları da azalmak şöyle dursun, daha da artıyor. Acaba bu farkındalık bizi semptomları fark etmeye ve tanıya tutunmaya meyilli mi kıldı? Siz ne düşünüyorsunuz?

Her kuşağın kendine özgü tanıları var, öyle değil mi? Ben tanıların, bir insanın sağlığını anlamak açısından faydalı olduğuna inanıyorum. Tanılar bize bir açıklama sunabilir ama en nihayetinde hepsi insanın inşasına dayanıyor. “Annem narsist bir kadın” demek, bunun ne anlama geldiğinin ayrıntılarına inmeden pek bir şey ifade etmez. Kimileri sadece tanıları esas alır ama ben genelde bu yaklaşımdan yana değilim.

Bazı danışanlarım karşıma geçip “Erkek arkadaşım, işim, evim, şu ya da bu mental sağlık sorunum var,” diyor. Bunun kimliklerinin bir parçası haline geldiğini görüyorum.

Bu durum insanların üzerinde bir baskı oluşturabilir mi sizce?

Hem evet hem hayır. Diyelim ki otizmli bir bireysiniz. Bunu dile getirerek anlaşıldığınızı ve onaylandığınızı hissederseniz. Ayrıca yaşadıklarınızı anlamlandırabilirsiniz. Fakat semptomlarınıza odaklanıp durur ve mücadele etmeye çalışmazsanız tanı bir baskı aracına da dönüşebilir pekâlâ. Siz sizi yapan şey sadece semptomlarınız olamaz, öyle değil mi?

Bu röportaj, daha anlaşılır olması için sadeleştirilmiştir.