Okumalar
Emma Dabiri Bizi Güzellik Kavramını Yeniden Düşünmeye Çağırıyor
Dış görünüşünüze bakıp mutsuzluk hissettiğiniz oldu mu hiç? Bu mutsuzluğun bir süre sonra sağlıksız bir memnuniyetsizlikler döngüsüne dönüştüğünü hissettiniz mi? Yalnız değilsiniz. Toplumsal tarihçi Emma Dabiri, Disobedient Bodies: Reclaim Your Unruly Beauty adlı son kitabında “kusur” olarak algıladığımız yaygın klişelerin kökenlerini gözler önüne sererken, güzellik konusunda kaybettiğimiz neşeyi geri kazanmanın ipuçlarını veriyor.
Yazı Defne Sarıçetin
- PAYLAŞ
- LİNKİ KOPYALA
Emma Dabiri ile ilk kez Disobedient Bodies: Reclaim Your Unruly Beauty (Başkaldıran Bedenler: İtaatsiz Güzelliği Geri Kazanmak) adlı yeni kitabının söyleşisi için Londra’da düzenlenen bir etkinlikte tanışmıştım. Kadınların kendi hikâyelerini paylaştığı bir ritüel havası, umut yüklü bir atmosfer hâkimdi buraya. Dabiri, güzellik kavramının tarihsel sürecini anlatırken, kadınlara yüklenmiş ideallerin tüm o baskıcı kaynaklarına rağmen, sözleri insana güçlendirici geliyordu. Öngörülü bir bilgelikle kendi deneyimlerini aktarması katılımcıların da kendi dertlerini dökmelerine ilham verdi. Farklı toplumsal sınıftan, etnik kökenden ve kültürel geçmişten gelen pek çok kadın, benzer baskılarla mücadele etmek zorunda kaldıkların itiraf etti. Okuldaki felsefe derslerinin hiç böyle can kulağıyla dinlenmediği üzerine şakalar döndü. Genç bir adam söz alıp yeme bozukluğundan muzdarip kız arkadaşına nasıl destek olabileceğini sordu.
Dabiri, güzellik ve güzellik kültürünü sorgularken asla küçümseyici bir tutum takınmıyor. Hepimizin durmadan kendimizi aşırı derecede tetkik etmeksizin, göz alıcılıktan keyif duyarak yaşamaya hakkı var. Kendimizi bedenlerimizin içinde iyi hissetmek doğuştan sahip olduğumuz bir hak. O halde, bize bedenimizin orasından burasından nefret etmeyi öğreten düşünce nasıl olup da bu kadar normalleşti? “Zamanımızın çoğunu toplumun güzellik standartlarına uymayan ‘kusurlar’ı düzeltmeye harcıyoruz,” diyor kitabın arka kapağındaki tanıtım yazısı, “ama eksiltici, zalimce ezici, sermayeciliğe bulanmış olan bu standartlar bize baskıcı sistemler tarafından dayatılıyor, sonra da içselleştirdiğimiz öz nefretle iyice pekişip güçleniyor.”
Nijerya kökenli İrlandalı yazar ve akademisyen Emma Dabiri’nin Don’t Touch My Hair (Saçıma Dokunma) ve What White People Can Do Next (Beyazlar Bundan Sonra Ne Yapabilir) adlı iki kitabı daha bulunuyor. Güzellik kavramını konu alan son kitabı Disobedient Bodies, pek çoğumuza tanıdık gelecek neşeli bir sahne ile başlıyor: Kız arkadaşlarla birlikte hazırlanıp süslenme. Dabiri, süslenme ve güzelleşme ritüelleri etrafında örülebilecek büyük bir yaratıcılık, büyülü ânlar, ifade biçimler ve kızkardeşlik imkânı olduğunu, kendi bedenlerimizden ve öz bakımdan büyük bir keyif alınabileceğini bize hatırlatıyor. O halde, neredeyse tüm kadınlar neden yaşamlarının herhangi bir evresinde yoğun bir güvensizlik ve yetersizlik hissi yaşıyor, diye düşünmüş Dabiri. Böylece Batı felsefe tarihine bakarak bugünün küresel dünyasında güzelliği ve kendimizi tartarken içselleştirdiğimiz Avrupa-merkezci ideallerin izini sürüyor. Cadı avlarından sanayileşmeye, Descartes’tan Yoruba ve Navajo kültürlerine özgü alternatif modellere uzanarak memnuniyete ulaşmanın olası çözümleri, ulaşılması imkânsız mükemmellik idealine karşı kusurluluk, dengeye ve uyumlu bir bütünlüğe ulaşma arzusu gibi çeşitli konuları inceliyor.
Bu röportaj için telefonlaştığımızda, konu ister yarıyıl tatili nedeniyle çocuklarının evde olmaları, ister kapitalizmin beden algısını nasıl şekillendirdiği olsun Dabiri’nin sesindeki neşe ve umut dolu ton hiç değişmiyor. Güzellik standartlarının kökenleri hakkında konuşurken ister istemez hayret ve öfke duyduğumuz pek çok ân yaşıyoruz; ama kahkahaya da her zaman yer açılıyor. Onun her olayda gülünecek bir yan bulması ama gerçekçiliği de hiç elden bırakmaması, bir bakıma, başkaldırının ruhundan geliyor. Etkinlikte bir ara, sandalyeye oturduğunda eteğinin daha da kısalacağını nasıl hesaplayamamış olmasıyla dalga geçiyor, bu gözlemindeki ironiyi kitabının temasına bağlıyor. Bunun hiç ironik olmadığını da. Akademik söyleme atfedilen düşünceler üretirken, bir yandan da keskin gözlem gücüyle gündelik hayatımıza dair gerçekleri ve kafamızda dolaşan düşünceleri bir ayna gibi yansıtıyor. Bu düşüncelerin kökenlerini sorgularken okurlarına incelikli bir şekilde geniş bir bakış açısı ve alternatif anlatılar sunuyor.
Güzellik idealleri doğal kesinlikler değil, içinde yaşadığımız kapitalist ve ataerkil düzenden ayrı tutulmaması gereken siyasi iklimin yankıları. Disobedient Bodies itaate karşı başkaldırıya ve bedenlerimizi geri kazanmaya yönelik güçlü bir çağrı. Güzellik olgusunu nesneleşme, tüketim, rekabet, denetim ve utancın kıskaçlarına yakalanmadan yaşamaya olanak sağlayan yeni bir yolun varlığına dair bir hatırlatma. Dabiri ile bu karmaşık tarihi, o tarihin kadınlara yüklediği baskıcı talepleri, güzellik ile olan ilişkimizi yeniden gözden geçirmenin olanaklarını konuştuk.
Disobedient Bodies bedenimizden memnuniyetsizlik duymayı dayatan toplumsal denetim gibi konuların tarihsel bağlam ve feminist söylemle harika bir biçimde iç içe örüldüğü kapsamlı bir çalışma. İhtişamı, süslenme ritüellerini, topluluk ve dayanışma duygusunu, kendi bedenlerimizden alacağımız keyfi de içeren, neşe dolu alternatif modeller aramaya ve farklı değerleri dikkate almaya yönelik bir çağrı da aynı zamanda. Bu kitabı yazmaya nasıl karar verdin?
Wellcome Collection Müzesi’nde şu an gösterimde olan The Cult of Beauty adlı sergi bağlamında benden sergiye eşlik edecek bir kitap yazmamı istediler. Güzellik temasına istediğim açıdan bakabilecektim. Konunun engin hacmi karşısında birden, “Eyvah, çerçeveyi nasıl sınırlayıp daraltacağım,” diye endişeye kapıldım. Sonra, ilk kitabım Don’t Touch My Hair’de kabaca değindiğim ve ileride irdelemek üzere tartışmaya açık bıraktığım bazı fikirler üzerinde düşünmeye başladım. Kitabım şu soruyla uğraşmak için yola çıktı: Kendim de dahil olmak üzere tanıdığım her kadın, yaşamlarının hangi döneminde olursa olsun, neden kendi bedenlerinden ve dış görünüşlerinden memnun olmuyor? Bu memnuniyetsizliğin kökeni neye dayanıyor? Buna karşı neler yapabiliriz?
Kitapta, “görme merkezlilik” [dış dünyayı anlamlandırmada en önemli duyunun görme duyusu olması] kavramına değiniyorsun. Bugün hiç olmadığı kadar görselliği öne çıkaran bir ekonomik iklimde yaşıyoruz. Sosyal medya, Zoom ve selfie’ler yoluyla kendimizi sürekli teşhir etmeye doğru yaşanan bu hızlı değişim birey olarak her birimizi ve genel olarak kültürü nasıl etkiliyor sence?
Görme merkezlilik, binlerce yıldır süregelen bir düşünce aslında; yani dünyanın bu yakasında çok da yeni bir kavram değil. Güzelliğin öncelikle görsel, görerek algılanan fiziksel bir olgu olduğu ve buradan bir değer yargısına varma (bir kişiyi fiziksel özelliklerine göre değerlendirme) fikri çok uzun süredir vardı. Ama bu kavram, bugün teknoloji ile olan mevcut ilişkimiz ve benzeri görülmemiş ölçüde görsel araç, fotoğraf, bazen de video ve canlı kameralar aracılığıyla iletişim kuran bir yaşam tarzına kaymamız sebebiyle bir anda inanılmaz derecede güç kazandı. Oysa geçmişte, temel iletişim kurma şeklimiz ve yöntemimiz fiziksel dünyada, yüz yüze temasa dayanıyordu. İletişimin doğasının tamamen değiştiği, sözün ve ilişkilerin artık sosyal medya uygulamaları veya dijital platformlar yoluyla kurulduğu çok büyük bir dönüşüm yaşandı. Bir bakıma bizim yerimize geçen avatar temsilleri gibi fotoğraflar ve görsel imgeler yaratıyoruz. Bunlar gerçekliğimizi hiç olmadığı kadar iki boyuta indirgiyor. Kendi fotoğraflarımıza ve görsel imgelerimize bu denli önem verince dış görünüş çok daha fazla önem kazanıyor.
Kitapta güzelliğin tarih, ırk, sömürgecilik, bilimsel ırkçılık ve öjeni gibi öğelerden ayrı tutulmaması ve patriyarka gibi egemen yapılardan bağımsız düşünülmemesi gerektiği meselesinin özüne iniyorsun. Tarihte, Avrupa’nın tanımladığı klasik güzellik standartlarına yakın özelliklerde olmak, sadece güzelliğin mutlak ölçütü olarak değerlendirilmiyor, aynı zamanda kimlerin “insan” sayılacağını ya da kimlere “değer verileceğini” belirlemede de en önemli ölçüt olarak görülüyordu. Geçmişteki ve günümüzdeki mevcut sistemler, güzellik ve kültür ekseninde yapılan tartışmaları nasıl etkiliyor? Bu bağlamda “itaat etmeme” fikrini nasıl yorumluyorsun?
Lisans derecem ağırlıklı olarak sömürgecilik sonrası çalışmalara dayanıyordu. Bize sanki dünyada birbiriyle bağlantısızmış gibi görünen sayısız farklı mesele varmış gibi geliyor ama aslında içinde yaşadığımız ve toplumu nasıl düzenlememiz gerektiğini belirleyen tek bir egemen düzen var. Küresel kapitalizm ve ticaretin dünyayı kendi suretine göre düzenleyen bu yapısı, sömürgeciliğin temel yapıtaşlarından biriydi. Sömürgecilik, dünyaya hangi mercekle görmemiz gerektiğini hükmeden bir görüş açısı yaymıştır; aynı zamanda dünyayı, hayatımızın her alanında kendini gösteren bir sömürgeci mantığına göre de düzenler. İlk kitabım saç, ikinci kitabım ırkçılık karşıtlığı ve son kitabım da güzellik hakkında. İlk bakışta geniş bir yelpazeye yayılmış birbirinden farklı temaları ele alıyormuşum gibi görünse de aslında derdimin hep aynı düzenle uğraşmak olduğu görülecektir, çünkü bu düzen yaşamımızın her alanına nüfuz etmiş durumda. İnsanlar genellikle kapitalizmi en basit şekliyle ekonomik bir sistem gibi görme yanılgısına düşebiliyor, ama bundan çok öte bir sistem. Kapitalizm, sosyal ilişkilerimizi, düşünme ve anlama biçimlerimizi belirler. Hayal gücümüzü hakimiyeti altına almıştır, kendimizi ve birbirimizi nasıl anlayıp tanımlayacağımızı söyler. Dolayısıyla bu kitabı yazarken, özellikle şu sorular etrafında düşündüm: Başlıca düzenleyici ilkeleri aşırı bireycilik, sömürü ve rekabet olan bir sistemin içinde güzellik kültürü neye benziyor? Rekabet yerine kenetleyici bir topluluk ve dayanışma ilişkisine öncelik veren, yaygın mantığı aşırı bireycilik olmayan bir toplum düzeninde güzellik kültürü neye benzerdi?
Günümüz kültüründe tanık olduğumuz kadın bedeninin nesneleştirilme meselesini John Berger 1970’ler gibi erken bir dönemde Görme Biçimleri adlı eserinde çarpıcı bir şekilde dile getirmişti. Kitapta kapitalizmin bugün aldığı biçimin kökenini, özel mülkiyetin merkezileşen mantığını ve o normların kadınların seyirlik nesne olarak temsillerini desteklemek için nasıl kullanıldıklarını görürüz. Kadınların temsil edildiği ve nesneleştirildiği özel durumları ve o normların yağlı boya tablolardan fotoğraflara ve sonrasında reklamlardan günümüze kadar gelişini, hatta bugün sosyal medyadaki temsillerimize olan etkisini de görürüz.
Peki bunu nasıl tersyüz edebiliriz? Gerçekten farklı biçimlerde düşünmek için sistemin doğasını ve gerçekte nasıl işlediğini iyice kavramak gerekiyor. İçinde yaşadığımız düzenin bilincine varmamız gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bize pek çok şey için şöyle denir: “Dünyanın düzeni böyledir” ve “bunlar değişmez evrensel doğrulardır.” Ama genellikle öyle olmadıkları açık. Bunların çoğu kültüre özgüdür, hayatı düzenlemenin doğal yolu değil, kapitalizmin hegemonyası altında yaşamanın yapma-etme biçimleridir. Toplumsal gerçekliğin yapay olarak oluşturulmuş varsayımlarla nasıl inşa edilmiş olduğu hakkında daha büyük bir farkındalığa ulaşmamız gerekiyor bence. Bundan başka tercihler ve seçenekler her zaman mevcut. Tarihte de farklı yaşamlar süren insanlar ve kültürler her zaman olmuştur.
Kesinlikle öyle. Felsefe hakkındaki yorumların da benim için çok aydınlatıcıydı. Kişilerin kolaylıkla biyolojiye, doğaya, toplumsal koşullanmalara ya da bir grup Avrupalı erkek filozofun asırlar önce ortaya atmış olduğu düşüncelere atfedebileceği pek çok kavram mevcut. Bu standartların ve inanışların kaynaklarına ya da örneğin bahsettiğin Kartezyen düşünce sistemi gibi konulara pek aşina olmayanlar, bakış açılarını nasıl genişletebilirler?
Kartezyen ikili düşünce sistemine epey kafayı takmış durumdayım. Çoğu kişi bu terminolojiye aşina olmasa da onu parçalara ayırıp tek tek ele aldığınızda daha kolay anlaşılır hale geliyor. Kartezyen düşünce sistemi dünyayı, birbirine karşıt olan ikili kategorilere göre düzenler. Erkek-kadın, siyah-beyaz, doğa-kültür, iyi-kötü, mükemmel-kusurlu sanırım en bilinen ikili kategoriler. Dünyadaki hemen her şeyi bu ikili karşıtlıklar çerçevesinden görüyor ve tanımlıyoruz. İkili karşıtlıklar formülasyonu aslında dünyanın olan hali değil, bize dayatılan hali. Avrupa’nın belirleyici felsefi düşüncesinde büyük tartışmalara konu olmuş zihin-beden ayrımı uzun zamandır zihnimi meşgul ediyordu. Bu karşıtlıklar her zaman bir hiyerarşik yapılanmayı, bir kategorinin diğerinden daha üstün ya da daha aşağıda olarak konumlandırılmasını zorunlu kılar. Bedenin akıl karşısında değersizleştirilmesinin (akıldan keskin bir biçimde ayrılmış ve aklın kontrolü altında olan) bedenimizle kurduğumuz ilişkideki rolünü anlamaya çalıştığım durumlara baktım. Dünyayı bu ikili karşıtlıklar çerçevesinde tanımlamayan kültürlerde bedenimizle nasıl bir ilişki kurardık? Ya da beden ile zihin arasında keskin bir ayrım yapmayan kültürlerin beden ile kurduğu ilişki neye benzerdi?
Tam da mükemmellik-kusurluluk ikiliğinden bahsetmişken, toplumca “kusur” olarak damgalanmış ama sonradan sevmeyi öğrendiğin bir özelliğin var mı?
Bir süredir, yaptığım söyleşilerde rahatsızlık duyduğum konularda kendimi seçim yapmaya zorlamaktan bahsediyorum. O açıdan bakarak fiziksel görünümümle ilgili hangi kararları toplumsal koşullanmalar sonucunda aldığımı ya da yapmaya koşullandırıldığım hangi şeyleri sorgusuzca yeniden ürettiğimi değerlendirmeye çalışıyorum. Bir başka deyişle, tam bir özerklik duygusuyla sırf kendim istediğim için yaptığım şeyler ne? Bir ara vücut tüylerini ve tüylerimi alma alışkanlığımı sorguladım. Sonra sıra saçlarıma geldi. Onları tekrar doğal haline bırakmaya başladım. Bugünlerde derdim makyaj. Dün Wellcome Trust’da, The Cult of Beauty sergisi kapsamında epey kalabalık bir topluluk karşısında güzelliği yeniden tanımlamak konulu bir konferans verdim. Makyajımı trende yaparım demiştim, sonra çok yorgun olduğum için biraz kestirmeye karar verdim. Ama birden, “Eyvah, daha makyaj yapmadım!” diye panikledim. Konuşma saatinden biraz daha erken gider, orada yaparım diye kendimi avuttum ama oraya varınca da karnım acıktı. Sonunda, “Boşver, konuşmayı makyajsız yapıverirsin,” dedim kendi kendime ve öyle de yaptım.
Yanlış anlaşılmasın, makyaj yapmayı çok seven biriyim! Bunun altını özellikle çizmek istiyorum. Hatta telefonu kapadıktan sonra gidip makyaj yapacağım. Hiçbir zaman makyaj yapmaya ilgi duymayanlardan, makyajsızlıkla övünenlerden olmadım. Ama bugün söyleşi kaydının birkaç dakikasını izlerken, bunca yıldır kendimi neden bu denli ağır bir makyajın arkasına özellikle gizlemek istemiş olduğumu düşündüm. Bilirsiniz, maske gibi bir makyaj. Ergenlikten yirmili yaşlara doğru ilerlerken sokağa makyajsız çıkmanın dünyanın sonu olduğu düşüncesiyle zehirlenmiştim! Bu yüzden çok da net bir cevabım yok. Geriye dönüp hayatımın farklı farklı evrelerindeki ruh hallerini tahlil etmek gibi bir şey. Bugünden bakınca “Vay canına!” diyorum. O zamanlar nasıl bir kafa karışıklığı içindeymişim! Kendimi feci yetersiz, berbat hissetmeme neden olan nasıl bir kapana hapsolmuşum? Sırf değer göreyim diye ayna karşısında kendimi dönüştürmek için saatler harcamak zorunda kalmışım.
Konuşmanda, tercihlerin yalıtılmış bir boşlukta yapılmadığından bahsettin. Kadınların özerk bireyler olarak özgür seçim yapma ve bireysel olarak güçlenme söylemine vurgu yapan neoliberal feminizm hakkında ne düşünüyorsun? Öznellik, feminist tercihler, kadınları güçlendirici dilin kullanılması gibi konulara nasıl bakıyorsun?
Kitapta da benzer bir fikir hakkında yazdım. Genel hatlarıyla masa üstündeki tüm seçeneklerin reddi ve reddetmenin politikası gibi bir şeydi. Bu boşluktan yeni seçeneklerin yeşerdiği bir manzara hayal etmek. Şu an tanık olduğumuz şey, tüketimciliğe geri dönüş; tüketici seçiminin sanki kendi içinde özgürleştirici bir şeymiş gibi sunulması. Kapitalist sistem altında her kadının yaptığı tüketici seçiminin sırf cinsiyetinden dolayı feminist bir tercih olacağı varsayımına indirgenen, feminizmin tırnak içine alınmış bir etikete dönüşmüş hali benim gözümde tamamen bir zırvalık! Sanki kendine feminist diyen her kadın feminist olacakmış gibi! Liberaller radikalizm söyleminin bir nevi üstüne çöküp, söylemin çapaklarını alarak bu fikirleri potansiyel olarak çeşitlilik gibi görünen ama aslında statükonun korunmasını garantileyecek bir biçimde kullandılar. Ama özündeki normların hepsi yerinde duruyor. Feminizm benim gözümde yalnızca “erkeklerle eşit olmak” değil. Erkeklerle eşitlik sağlansa bile, hepimiz sömürücü ve kâr odaklı bir düzenin hakimiyeti altındayız. Diyelim ki bazı kadınlar o sistem içinde erkeklerle eşit oldu, mevcut sistem çoğunluk için hâlâ özgürleştirici değil. Benim için feminizm, patriyarkayı kökünden sallayan, ona meydan okuyan bir hareket; sadece kadınlar adına değil erkekler adına da. Çünkü patriyarka herkes için baskıcı ve ezici bir sistem. Feminizm, basitçe kadınların kapitalizmin hegemonyası altında tercih yapma, tüketici tercihi yapma “özgürlüğü”ne ya da mevcut düzende erkeklerle eşit olmaya indirgenemez. Benim gözümde hâlâ patriyarkanın ürettiği normları doğrudan ya da dolaylı yoldan ihlal etmekle ilgili bir hareket.
Bu kitabın “görüşlerimizi gözden geçirmeye ve başka bir değer sisteminin mümkün olduğuna yönelik bir hatırlatma ve kışkırtma” olduğunu söyledin. Daha olası bir değişimin eşiğinde miyiz sence?
Hem evet hem hayır. Bana kalırsa, toplumda bazı şeylerin, yalnızca güzellik konusunda değil tüm bir yaşayış biçiminde her şeyin kökten değişimine susamışlık var. Hangi toplumsal illeti düşünürsek düşünelim, bize çözüm diye önerilen çareler çoğunlukla sorunun kendisini doğuran mantığa sahip. Ana akım çözüm önerilerinin her şeyi kökten değiştirecek dönüştürücü bir güç taşıdığını düşünmüyorum. “Radikal” sözcüğünden hiç hoşlanmadığım için onu yerli yersiz kullanmaktan çekiniyorum, çünkü ana akım düşüncenin bu ifadeyi kendi tekeline almış olduğunu düşünüyorum. Ana akım çözüm önerilerinin çoğu radikal olma iddiasında, ama öyle olmadıkları çok açık. Çünkü radikal olmak, tamamen başka bir düşünce çerçevesi önermektir, mevcut çerçevenin içinde yaşamayı sürdürmek değil. Açıkça görülebileceği gibi, insanların dış görünüşleri ile ilgili duyduğu özgüven eksikliği ve yetersizlik hissinin devamını sağlamanın ardında dev bir endüstri ve büyük yatırımlar var. Bana sorarsan mesele özgüven eksikliği bile değil; kültürümüzde kendimizle, doğal çevremizle ve birbirimizle olan bağımızın koptuğunu düşünüyorum. Bu kopukluk kişiyi belli bir boşluğa düşürüyor, (sebebi o kopukluk olan boşluğu) doldurmaya çalışan kırılgan bir pozisyonda bırakıyor. Kimi o boşluğu kendini tüketime vurarak, kimi de hedef tanımı durmadan değişen, ulaşılması imkânsız bir mükemmellik arayışıyla doldurmaya çalışıyor. Kitapta bu mükemmellik arayışı konusunu da inceliyorum. Mükemmelliğin bizim kültürümüzdeki kadar arzu duyulan bir değer olmadığı, dengeye ve uyumlu bir bütünlüğe ulaşmanın daha arzu edilir olduğu kültürler de beni çok etkiledi. Yüzeysel, sahte ve içi boş bir fiziksel mükemmellik arayışında olmasaydık bunun yerine daha anlamlı içsel değerlere ulaşmaya çalışsaydık, güzellikle kurduğumuz ilişki ne yönde değişirdi?